7 Ocak 2012 Cumartesi

Mary and Max

2003 yılında Harvie Krumpet adlı stop-motion kısa animasyon filmiye dikkatleri çeken Adam Elliot, bizler gibi bir tamamlanamamışlık duygusunu yaşamış olacak ki Harvie Kurumpet’teki gibi kendini defalarca bulmaya çalışan bir kişilik, not ettiği olgular, “ötekileştirilmiş” ve “kaybedilmiş bir yaşama sahip” olarak adledilmiş karakterler üzerine yazdığı senaryosunu, animasyon konusunda çok daha üst düzey bir sanat anlayışı ve “ötekileştirme” felsefesinin içinde zekice işlediği, sıcak detaylarla bezeyerek anlatmaya soyunduğu “Mary and Max” adındaki stop-motion siyah-beyaz animasyon filmiyle karşımıza çıkıyor..Hikayede, ince detaylarla örülü kurgusundan ve zıtlıklarıyla ilerlemesinden en çok keyif almamamızı sağlayan karakterlerin “öteki”lerden oluşması ve basitliğin içerisinden çıkarılarak zengin bir yelpazeden oluşan sorgulamaları. İki baş karakterden biri olan Mary, Avustralya’nın banliyölerinde yaşayan 8 yaşında bir kız çocuğudur. Annesi Vera ise yaptığı market hırsızlıklarını plastik torbadan tasarruf etmek için olduğunu söyleyerek savunan, nemrut ve uçuk kaçık bir bigudili kadınken, babası ise ölü kuşlarıyla kulübesinde oynamaktan hoşlanan bir fabrika işçisidir.

Mary bir gün Amerika’daki bebeklerin nasıl meydana geldiği merak ettiği için telefon rehberinden rastgele bir isim seçerek, ondan bu cevabı almaya heves eder. Mektup yazarak soruyu yönelteceği bu kişinin ismi ise Max’tır.Tam bu sırada Max’ı tanımamızda fayda var;
Max, yönetmen Elliot’un geçmişte çektiği “Harvie Krumpet” kısa animasyon filminde olduğu gibi, sendromlu bir insanın üzerine senaryo kurgusunu inşa ederek, tüm sinemagrofik yaklaşımını teslim ederek Max’ı Asperger sendromlu biri olarak tasvir eder. Bu da Max’ın hayatın dışarıdan sıradan görünen ama oldukça ilginç ve zengin absürdlüklere sahip olduğunu izlememize olanak kılıyor. Zira Max 44 yaşında, yetim ve öksüz ve de 160 kiloluk bir New York’lu olarak, sosyal yaşamla adaptasyon problemi yaşayan, kendi icadı çikolatalı sandviç için deliren, n. balığı Henry’nin her ölümünde hayatının düzeni çöken, haftalık Obezler için terapi toplantısında obezitesini yenmeye çalışan, ateist olduğu kadar Yahudi geleneklerini yaşayan, aşkın hayatında olmadığı, ünlü bilimadamlarının ismini verdiği salyangozları ve tek gözü kör kedisiyle , hiç arkadaşı olmadan küçük bir dairede yaşayan sayısız iş değiştirmiş biridir. Bu hayatın içindeki ambivalan olgularla donatılmış iki karakterde Elliot’un Asperger sendromlu biri olarak Max için en dolaysız ve rahat iletişim kurabileceği kişinin 8 yaşındaki kendiyle alay edilen ve görüntüsünden memnun olmayan Mary’i düşünmesi hikayenin akması için oldukça tutarlı bir seçim.

Mary’nin Max’le mektup
arkadadaşlığına dönüşen merakı, nihayetinde ikisinin de ortak noktalarını keşfetmesine, yalnızlıklarını ve geçmişte içine attıkları duyguları birbirine dökmelerine olanak sağlamasıyla, gerek Max’ın günlük yaşamının mizahla yoğurulmuş detaylarını , gerekse Mary’nin kazların tüylerinin neden kabardığını öğrenmesiyle kurduğu hayal dünyasını, komşusu Len’in agorafobisini ”homofobi” olarak anlattığı ve ikisinin ortak noktalarından bir diğeri olan kahverengi ve çaydanlıkta yaşayan Nobletler’in anlatıldığı çizgi diziye dair paylaşımlarını keyifle izlememize ve bir yandan da karakterleri yakinen tanımamızı sağlar.Her ikisinin hayatındaki yan karakterlerle daha da zenginleşen Elliot’un kendi hayatından ilham alarak yazdığı senaryosu, bir yandan karakterleri yaşlandırırken, uzun soluklu bu mektup arkadaşlığının da birbirlerine neler kattığını da tanıklık etmemizi istediği için olgunlaşırız da.

Aslında günlük hayat içerisindeki gözden kaçan detayların bu iki karakter tarafından deneyimlenmesi ve yorumlanmasıyla kurguyu kendi kafamızda da “normal olandan” izole etmemizi istemiş
Elliot.

“Ömrün yetmiş yılı yararlılıkla, doğrulukla, sevecenlikle, iyi niyetle geçmişse ve bu yıllar onurunu hiç yitirmemiş bir ruhun canlılığını hiç yitirmemiş bir beynin yaşamıysa, bunlar yetmelidir insana; çünkü bunlardır sonsuz ve ölümsüz olan ve böyle yaşamış birinin on yılı başkalarının otuz yılına değerdir.”
şimdiye kadar izlediğim ikinci en güzel animasyon diyebilirim izlerken çok eğlendim ve duygulandım ...

Ben sana uyandım, sen başkaları ile uyurken..

Severek takip ve taktir ettiğim zamane şiircisinden söz etmek istedim,bloğumda sık sık yer vericem ona , evet Derman İskender Över'den yani nam-ı diğer Küçük İskenderden bahsediyorum :) ben susayım o konuşsun ben susayım o ko...

Önüm arkam sağım solum o' be..


 Kadınlar konuştukça unutur; erkekler sustukça...


 Aşkımı cin çarptı!
Sevgilim!
Kalbime ruhsat ver ömrünü!
Ömrünü emanet et ömrüme!


 Ekmeğime sürüp sürüp yedim ben seni.
Tokluk hissi vermen gerekirken daha da açlıktan kıvrandırdın midemi.
Sen buydun işte...


 Karanlık bir kutu bu otobüs.
Buğuladığın cama bir şeyler yazmaya çalışırken sen,
hareket ediyor araç.
Bakıyoruz ardından.
İşte gidiyorsun!
Gidiyorsun işte!
Bir kenti terk ediyorsun.
Belki de sonsuza kadar.
Sonsuzluk neyse, ne halta yararsa, sonsuza kadar kadar terk ediyorsun belki de. Kaybolan farlara, stop lambalarına şöyle seslenmek geliyor içimden:
'Ben bir silahım! Ama hiçbir silah yaralamaz insanı,
bir başka insan olmadan!'

4 Ocak 2012 Çarşamba

Türk Vampir Dizisine Türkiye Hazırmı?


İlk duyduğumda hah dedim bi vampir dizimiz eksikti oda oluyor allama şükür,valla çok merak ediyorum ortaya ne çıkacak.Burdan senaristlere sesleniyorum  Twilight yada Vampire Diaries'dan esinlenip gözümüze sokacaksanız biz almayalım sizede günah bizede..Siz yaza durun senaryoyu cast'ı ben hazırladım,bu kıyağımı da unutmayın ..
Yapımcıya:Yedek oyuncu olarak beni arayabilirsiniz öptüm kıps^*
 




Okudum Sürüklendim


Genç ve yakışıklı bir gencin mazoşizmin acısıyla renklenmiş dünyası... Bu acıdan alınan haz, ölüme yaklaştıkça hissedilen doyum / Yaşlı, göbekli bir holding patronunun cinsel tercihi nedeniyle varoşların kasketli orta yaşlı erkeklerinde aradığı yakınlık / Üç kuşak boyunca sürüp gelen fahişeliğin kadının ruhunu paramparça edişi…
Dr. Gülseren Budayıcıoğlu bu kitapta insan denen muhteşem ve bir o kadar da karmaşık varlığa ait sahici yaşam hikâyeleri sunuyor.
Bazen dehşete kapılacak, çoğu zaman da hüzünleneceksiniz…

Bow Tie

Papyonu her zaman çok zarif bulmuşumdur ,ne şanslısınız tıpkı kokularınızda olduğunuz gibi aksesuarlarınızda sade ve çekici...Papyon hakkında biraz araştırma yaptım neymiş nereden gelmiş kimler takarmış ...Papyon ilk 1763 senesinde ingiliz kraliyet ailesinden ıı. corrock joseph tarafından takılmış,vay canına zevkli adammış..Papyonun otomobil tarihi açısından önemiyse, Chevrolet’nin logosu olması nedeniyle oldukça büyükmüş,hmm bak hiç dikkat etmemişim.

Fiyatları 50 lira ile 150 lira arasında değişen bu papyon koleksiyonunda hem gece hem günlük hem de özel günlerde kullanılabilecek çok değişik papyonlar var.Bence tüm erkekler papyonlansın ^^








26 Aralık 2011 Pazartesi

Kırmızı donlar foraa

Evet bi yılı daha geride bırakmaya sayılı günler kala benimde bişeyler karalamam farz oldu,2011'i nedense hiç sevemedim bir tek şey hariç :) , yavan sıkısı somurtkan bi ihtiyar gibisin ikibinonbir,zaten senden hiçbir dilekte bulunmamıştım nasıl olsa yapmıcakdın,ama 2012 beklentilerim epey bi fazla.Yurdumu ülkemi diye başlamıycam dileklerime nasıl olsa ülke için iyi yada kötü düşünenler var tepemizde bize söz düşmüyor..! bu yüzden sadece sevdiklerim ve kendim için bişeyler istiycem.İlk başta sağlık kıçımın başımın ağrımadığı hastalığı bahane etmediğim bir yıl yaşamak istiyorum,sevgilimi nikah masasını oturtup sonsuz mutluluk defterini kaşelemek istiyorum,arka kasayla başım fena halde dertte olduğu için bir an evvel erimek ve arkandan baktığında vay be bu popo benimmi demek istiyorum,yedikçe eriten çukulata çiğnedikçe cilde tazelik veren  sakız icat edilsin istiyorum..annemin ''gene mi sokağa çıkıyorsun elekçi''lafı yerine ''ahh yavrum sıkılmadın mı sen hadi gez dolaş eğlen gününü gün et''demesini umut ediyorum,yeni sende olmasa da 2013 de lütfen olsun..en önemliside artık kendimi ifade etmek istiyorum yanlış anlaşılmak kadar kötü bişey yok bu hayatın her anında geçerli..Özetle geçen sene beslediğim tüm umutlarımın bu sene lütfen artık yeşerip meyve vermesini istiyorum, çok rica edicem bu senede şans bana gülsün milli piyangolarım sütyenimin arasında bekliyor ^.^ ''bana çıkacak bana bana''..gördüğünüz gibi çok şey istemiyorum hepinize sağlıklı bol paralı kocaman aşklı bir sene diliyorum .. haa unutmadan kırmızı donları giymeyi unutmayın 00:00 sevgilerimle biricik..
Aşkıma:Sen 2011'da başıma gelen en iyi ve en son şeysin nice 3000'lere bebeğim seni seviyorum ;)

23 Aralık 2011 Cuma

Eşim Olma Karım Ol..

Eşim olma, karım ol!
Bakma daha ilkel durduğuna sen, ruhu vardır kelimelerin. “Karı-koca” “eş”ten daha çok şey anlatır. Hatta belki bize unutulmuş bir şeyi söyler.
Sahi, biliyor musun? Neden erkeğe “koca”, kadına da “onun karı” demiş eskiler?


Eşim değil, karım ol!
Kedilerin eşi olur, terliklerin de… İnsanın eşi olmaz. Bir ömür eşlik ediyor diye mi sevgiliye eş denir? Eşlik etmek yeter mi? Fazlasını beklemez mi insan yârinden? Kelimeleri yitirmeseydik anlardık belki, evlenecek erkeğe eskilerin neden ”koca” dediklerini. Çünkü “koca” bilge demektir, yüce demektir. Koca demek, dağ demektir. Ve ne kadar yüce olursa olsun, üstünde kar olmayan dağ eksiktir. Dağların yücesine kar yağar diye kadına da “kocanın karı” demişler. Bakma şimdi evlenenlerin “karı-koca” ilan edildiğine. “Koca ve onun karı” olmalıdır aslında. Yani yüce bir dağ olmalı adam. Kar gibi pak ve masum olmalı kadın. Örtmeli ve bir ömür, süsü olmalı dağın. Çünkü üşür tepesinde kar olmayan dağ, ne kadar yüce olursa olsun, yarım görünür…


Eşim olma, karım ol!
Bana benzemeye çalışma sakın. Bana benden lazım değil bir tane daha. Ama unutma ki sensiz yarımım. Her zaman söylemem, ama sen anla.

Eşim olma, karım ol!
Beni tamamla…
Brokoli